28 Ağustos 2012

Here Comes The Sun

Cuma akşamı Dubin'de Beatles - Get Back diye konser/müzikal tarzı bişeye gittik burada. 10 yıllık süreci, yaşadıklarını, girdikleri kafaları fln çok iyi anlatan bir hikaye. Onun dışında Beatles şarkılarını çok üst düzey çalmaları da cabası. Seyrederken Here Comes The Sun şarkısını George Harrison çıkıp tek başına söylemeye başladı, grubun en az bilinen adamı olarak böyle müthiş bir şarkıyı tek başına söylemesine şaşırdım ve hikayesini araştırdım şarkının - ki Beatles'ın neredeyse her şarkısının çok güzel bir hikayesi vardır.

Here Comes The Sun şarkısının hikayesi de Dublin'in bu günlerine çok uygun geldi, ondan dolayı hikayeyi aşağı kopyalıyorum, bir yandan da şarkıyı dinlemek güzel geliyor.




Written by George, 'Here Comes The Sun' was an expression of delight at being able to slip away from the interminable business meetings which were now taking up so much of the Beatles' time.

In January 1969, John and Yoko met with music business manager Allen Klein and shortly afterwards declared that he would be looking after their business affairs, despite the fact that New York lawyer John Eastman, brother of Linda, had recently been brought in to represent the Beatles collectively. This was the beginning of a bitter drawn-out conflict over who should manage the Beatles and what should be done about the chaotic state of their finances. Despite the tremendous sales of Beatles' music over the past six years, John claimed, "all of us could be broke in six months."

Klein offered to restructure Apple, organize a takeover bid for the shares the Beatles didn't own in Northern Songs and renegotiate a better royalty deal with EMI. He was able to persuade John, George and Ringo of his ability to do these things but Paul remained loyal to Eastman. As a result of the Beatles' existence was now under threat and the frequent meetings at Apple were fraught with tension. One morning in the early spring, George decided it was all getting a bit too much like school, and so he took a day off from the round table routine and went to see his friend Eric Clapton at his country home in Ewhurst, Surrey.

Borrowing one of Eric's acoustic guitars, George took a walk around the gardens and, basking in the first real sunshine of the year, he felt a sudden flush of optimism and started to write 'Here Comes The Sun'. "It was such a great release for me simply being out in the sun," said George at the time. "The song just came to me."

20 Ağustos 2012

Mağara İnsanı Kuralı

***Bu yazı www.ozetkitap.com sitesinden Geleceğin Fiziği adlı kitap özetinden alınmış küçük bir parçadır. Kitap özeti şu linkten indirilip okunabilir. En kısa zamanda okunmasını şiddetle tavsiye ediyorum



MAĞARA İNSANI KURALI  


Bilişim çağıyla ilgili olarak yapılan pek çok tahmin boş çıktı. Sözde ofislerde kağıt ortadan kalkacaktı; insanların çoğu evden çalışacağı için şehirler boşalacaktı; internet tiyatro, sinema, TV ve radyoyu ezip geçecek, dolayısıyla geleneksel medya ve eğlence müzelik olacak ve çoğu kişi gezip görmekten bile vazgeçecekti. Fakat tam tersi oldu: şehir hayatı kalabalıklaştı; ofislerde kullanılan kağıt sayısı her zamankinden fazla; alışveriş ve turizm inanılmayacak derecede arttı. Sanal eğitim yol kat etti etmesine  ama hala öğrenciler üniversitelere girmek için yarışıyor ve iş bulurken  online diploma yerine gerçek diploma geçerliliğini korumakta. İnternet tüm medyayı değiştirdi ancak gösteri dünyası ışıldamayı sürdürmekte, hem de tüm ihtişamıyla.

Yapılan tahminlerin tutmamasının nedeni, insanların bu gelişmeleri büyük ölçüde reddetmesi. Bunu mağara insanı kuralı dediğim kurala bağlıyorum. Çünkü, 100 bin yılı aşkın bir süre önce Afrika’da ortaya çıkan ilkel insanların da tıpkı bizim gibi göründüğünü genetik ve fosiller kanıtlamakta. Beynimizin ve kişiliğimizin o zamandan bu yana pek değiştiği söylenemez. Yani büyük olasılıkla insan olarak isteklerimiz, hayallerimiz, karakterimiz 100 bin yıldır çok fazla değişmedi. Dolayısıyla hala mağara insanları gibi düşünüyoruz ve ne zaman modern teknolojiyle arzularımız çatışsa kazanan daima arzularımız oluyor. İçgüdüsel olarak bilgisayar ekranında kayan elektronlara güvenemediğimizden, lüzumsuz da olsa raporların veya yazışmaların çıktısını alıyoruz. Atalarımız gibi biz de yüz yüze görüşmelerden hoşlanıyoruz. Bu diğer insanlarla yakınlık kurmamızı sağlıyor. Ayrıca vücut dillerini okuyabilme avantajı sağlıyor. İnsanları yakından izlediğimizde ortak bir bağ kurduğumuzu hissediyoruz. Aynı zamanda gizli duygularını, akıllarından geçenleri anlama imkanımız oluyor. Çünkü maymunsu atalarımız da konuşmayı geliştirmeden binlerce yıl önce duygularını ve düşüncelerini iletmek için vücut dilini kullanıyordu. Vahşi doğada yaşarken insanoğlunun hayatta kalabilmesi rivayetten çok somut kanıtlara bağlı olduğundan hala duyularımızla algılayıp olan bitenden emin olmak istiyoruz. Ne olursa olsun, insanın kendi gözüyle görmesi, dokunması çok daha tatmin edici bir his. Benzer şekilde sanal turizmin gelişememesinin de nedeni bu. Mesela Taj Mahal’in veya Mısır piramitlerinin sadece resmini görmektense, bire bir kendisini görüp bununla övünmek bambaşka bir tatmin. Ya da çok sevdiğiniz bir müzisyeni CD’den dinlemenin verdiği keyif, konserde canlı dinlemenin yarattığı coşkulu hazzın  yanında yavan kalır, öyle değil mi? İnternetten yığınla fotoğraf ve film indirebiliyorken insanların yine de ünlüleri görmek için sıraya girmeleri veya sinemalarda kuyrukların oluşması da bununla açıklanabilir. Üstelik avcı bir soydan geldiğimiz için uzun süre başkalarını seyredebiliyor ya da saatlerce televizyonun karşısında oturabiliyoruz. Ancak birinin bizi izlediğinin farkına vardığımız an hemen tedirgin oluyoruz. İzlemekten çok hoşlanmamıza rağmen izlenmek rahatsız edici geliyor. Yabancı gözlerin uzun süre üzerinde olması insanı huzursuz ediyor, bazen saldırganlaşanlar bile oluyor. Bunun altında yatansa, av olma korkusu ve hayatta kalmak için savunmaya geçme dürtüsü.

Gelin, illa beş duyumuzla algılamak istememize Yüksek Dokunuş (High-Touch) diyelim. Aslında Yüksek Teknolojiyle (High-Tech) Yüksek Dokunuş arasında bitmek bilmeyen bir rekabet var. Uzanıp elimizle dokunmakla, ekrandan seyretmek arasında olduğu gibi. Tabii ki, tercihimiz ikisinin birden olması ve gelecekte de böyle olmasını istemeye devam edeceğiz. Fakat seçim şansı verilse, mağara insanı gibi Yüksek Dokunuşu seçeriz. O yüzden siber uzay ve sanal gerçeklik çağında hala canlı konserlerin, gösterilerin biletleri kapış kapış.  Mağara insanı kuralı internetin diğer medyayı silip geçeceği tahmininin boşa çıkmasını da açıklıyor. Radyo ve sinema ilk çıktığında insanlar  tiyatro yok olacak diye hayıflanmıştı; TV çıktığındaysa radyo ve sinemanın yerini alacağı düşünülmüştü. Fakat şu anda tüm bu medyaların bir karması içinde yaşıyoruz. Bundan alınacak ders, bir aracın bir öncekini tamamen ortadan kaldırmaktan ziyade, yan yana var olabileceği veya iç içe geçebileceğidir. Bu medya araçlarının arasındaki ilişki sürekli değişim geçiriyor. Bu karışımın gelecekte tam olarak nasıl şekilleneceğini öngörebilenlerin servet sahibi olması kaçınılmaz.

1960’larda internet ilk kurulduğunda eğitim, bilim  ve ilerlemeye yönelik bir platforma dönüşeceğine inanılıyordu. Bunun yerine, çok geçmeden kural tanımayan vahşi batıya dönüp bugünkü halini alması pek çok kişiyi korkuttu. Ancak mağara insanı kuralını dikkate alırsak, bu beklenmedik değil, kuralın gerektirdiği doğal bir sonuç. İnsanların sosyal ilişkilerinin gelecekte nasıl olacağını kestirmek istiyorsanız, basitçe 100 bin yıl önceki sosyal ilişkileri düşünün ve milyarla çarpın. Demek ki; dedikodu, sosyal ağ kurma ve eğlenceye verilen prim/değer daha da artacak. Kabile kültüründe dedikodu ve söylenti, bilginin hızlı aktarımı açısından önemliydi. Özellikle liderler ve rol modeller hakkında kulaktan kulağa yayılıverirdi. Bunun modern hayattaki yansımasını da magazin basınında ve gözünü şöhret hırsı bürümüş kültürün yükselişinde bulabiliriz. Tek fark, dedikoduculuğun kitlesel medya tarafından aşırı derecede katmerlenmiş oluşu ve söylentilerin saniyesinde tüm dünyaya yayılabilmesi. Sosyal ağ websitelerinin aniden yaygınlaşarak genç girişimcileri bir gecede milyarderlere çevirmesi analiz uzmanlarını epeyce şaşırttı. Halbuki bu da aynı kurala başka bir örnek. Evrimsel olarak insanlık tarihinde geniş sosyal çevreye sahip olanlar yaşam için elzem olan kaynak, tavsiye ve destek almak için onlara yaslanabildiler. Ayrıca iletişim, tehlikeden korunmak için de vazgeçilmez bir unsurdu. Bu çevrimin dışında kalanlarsa, genelde genlerini bir sonraki nesle aktarabilecek kadar yaşamazdı.

Bunların üzerine gelecekte eğlencenin patlama yapacağını da ekleyelim. Her ne kadar bunu kabul etmek çoğumuzun pek hoşuna gitmese de insan toplumu, baskın biçimde eğlenceye dayalı bir kültüre sahip. Bunun da kökeni binlerce  yıl önce avdan sonra ateş başına toplanıp ziyafet çekerek eğlenen atalarımıza uzanmakta. Bu yalnızca kabile üyeleriyle bağ kurmak için değil, aynı zamanda kişinin topluluk içindeki konumunu belirlemesi için de gerekliydi. Eğlencenin vazgeçilmezi olan dans edip şarkı söylemenin hayvanlar aleminde de hayati önem taşıması tesadüf değil elbet. Karşı cinse kendini beğendirmek, sıhhatinin yerinde olduğunu ve genlerinin aktarılmaya değeceğini göstermek için gerekli. Öte yandan sanat da sadece beğeniye yönelik oluşmadı. Sanat, bilginin çoğunu simgesel düzeyde kaydeden beynimizin evriminde önemli bir rol oynadı. Dolayısıyla, temel insan karakterimizi genetik olarak değiştirmedikçe, gelecekten beklememiz gereken, eğlencenin, magazin dedikoduculuğunun ve sosyal ağların büyük ölçüde artmasıdır.

***Bu yazı www.ozetkitap.com sitesinden Geleceğin Fiziği adlı kitap özetinden alınmış küçük bir parçadır. Kitap özeti şu linkten indirilip okunabilir. En kısa zamanda okunmasını şiddetle tavsiye ediyorum

17 Ağustos 2012

Adamlar Marsa Gitti Hakkaten

Yani adam dediğim robot ama olsun yine de Mars'a gidildi ya... Tabi hala neden sadece Mars'a gidildiğine şöyle alabildiğine uzaklara gitmek için neden yatırım yapılmadığını anlamıyorum. Uzay lan uzay! Git işte bi bak noluyor... Mesela benim 10-15 milyon dolarım olsa, 1-2 milyonunu uzaya gitmek için verirdim heralde..



Curiosity rover: Martian solar day 2 in New Mexico