06 Aralık 2012

İsmail Abi Smiley Face


Leyla ile Mecnun dizisinin en sevilen karakteri olabilir...

05 Aralık 2012

Instagram Klişeleri Klibi



Zamanında ben de yazmıştım, saolsun collegehumor bi de üstüne klip yapmış. Çok da güzel olmuş :)


29 Kasım 2012

Nerdiest Joke


Einstein, Newton ve Pascal bi akşamüstü öyle takılıyorlarmış.

Einstein sıkılmış, "Hadi saklambaç oynayalım, ben ebe olurum" demiş.

Sonra da arkasını dönüp saymaya başlamış...

Pascal hemen koşmuş kuytu bir köşeye saklanmış.

Newton hiç oralı olmamış ve eline bir tebeşir alıp yere kenarı 1 metre olan bir kare çizip ortasına geçmiş. Einstein saymayı bitirmiş ve arkasını dönmüş. Hemen Newton'u görmüş, "Buldum seni!" demiş.

Newton da "Hayır sen beni bulmadın, sen Newton/m2 buldun yani Pascal'ı buldun!!" demiş...

Bu da böyle bir fizikçi fıkrası işte yaa yaa...

16 Ekim 2012

Ben Demiştim

Ben demiştim tarzı insanlar vardır bilir misiniz? Özellikle kötü olaylardan sonra birisi çıkıp "ben demiştim" der, o anda ağzını burnunu kırmak istersiniz ama hakkaten o demiştir. Tabi bu ben demiştim ci insanların bazıları sırf bu tarzı sürdürmek adına kendine de çevresine de büyük zararlı olabiliyor.

Mesela kurumsal hayatta bir pesimist adam vardır, sunumların ortasında olasılığı çok düşük bir kötü olay söyler sonra da eğer olursa o olay hemen hiç acımadan patlatır "ben demiştim"i. Bu yine olabilir diyebiliriz aslında ama asıl sorunlu kişiler ego problemleri dolayısıyla, sırf haklı olmak adına olasılığı düşük olayın gerçekleşmesine göz göre göre izin verenler. Hah işte onların hakkaten ağzını burnunu kırcaksın.

Ben de mesela biraz "ben demiştim"ciyim aslında, ama hala ilk kısımdaki mi ikinci kısımdaki miyim tam olarak çözemedim. Örneğin hala şöyle bir sorunun doğru cevabını bulmakta zorlanıyorum; beraber çalıştığın daha önce çalıştığı şirketlerden para çaldığını itiraf eden bir çalışana tamamiyle güvenmeden önce kimsenin farketmeden çalabileceği küçük bir meblağ ile test etmek doğru mudur değil midir. Yani adam onu çaldığında "O küçücük bişeydi, çalmak sayılmaz" diyebilir veya "O az parayı çalmak ileride büyük bir parayı çalacağı anlamına gelmez" diyebilir. Bir yandan da şirket için ileride çok büyük bir kötülük yapabilecek ve daha önce yaptığı yanlışı tekrarlamaya meyilli bir insana güvenip daha da büyük bir meblağ emanet etmek ne kadar doğrudur.

Sanırım ben uzun zaman daha - özellikle de çevremde gördüğüm/duyduğum hikayelerle - insan dediğin şeyin kolay kolay değişemediğine inanıp kolay kolay büyük para emanet etmeyeceğim. Korktuğunda, üzüldüğünde veya beklenmedik bir olayla karşılaştığında hiç sonuçlarını düşünmeden en iyi bildiği şeyi yapıyor insan dediğin şey. Hatta 7 sinde nasıl yapıyorsa 70 inde de aynı şekilde yapıyor.

09 Ekim 2012

Genel Kültürü Herkese Gösterme


Günümüzün sidik yarışlarından yine gereksiz bir tanesi de hangimiz daha genel kültürlü, hangimiz daha farklı şeylerle ilgili bilgiye sahibiz onu gösterme çabası. Tabii ki artık mobil internet ve bilgiye kolay ulaşım sayesinde eskiden olduğu gibi ben öyle hatırlıyorum gibi yalandan cümlelerle bilmediğiniz şeyleri biliyormuş gibi gösteremiyorsunuz.

Böyle olunca insanlar Trivial Pursuit gibi oyunlarda ne kadar genel kültürlü olduklarını gösterebiliyorlar - ki 2 tane soru bilip hayvan gibi sevinenlere baya kılım, kazanma hırsını anlarım da gereksiz sevinç gösterisi yapanların ağzını burnunu kırasım geliyor. Bu arada baya da iyi oynarım Trivial Pursuit, zamanında dostlarla 6 kişi, bütün olası kombinasyonlarla takım kurup sabaha kadar oynamıştık. Neyse yine kafalar gitti bambaşka yerlere, benim gözüme çarpan yeni bilgi gösterme yeri "sinemalar". (Nası ya sinemada konuşamıyorsun bile nası olacakmış dediğini duyar gibiyim, komik bişey varsa commente yaz bütün sınıf gülelim.)

Sinemada kendini gösterme sanatı şöyle icra ediliyor; 
  1. Herhangi normal bir filme gidilir
  2. Küçük bir gönderme duyulur
    • Pinokyo gibi burnun uzar
    • Napolyon gibi konuştun
    • Gregor Samsa gibi dönüşeceksin
  3. Göndermeyi anladığını göstermek için gereksiz ve yüksek sesle gülünür
  4. Ne kadar az kişinin anlayacağını düşünüyorsan, o kadar daha yüksek sesle gülünür
  5. Film bitene kadar 2. numaralı maddeye geri dönülür
Bu şekilde göndermelere gülerken çevrenizdekilere bakıp ne kadar kişinin anladığına göre gülme sesinizi artırabilirsiniz. Özellikle de yanınızda anlamadığını düşündüğünüz birileri varsa hafifçe kulağına eğilip "Kafka'nın romanından bahsediyor" gibi gereksiz açıklamalarda bulunursanız daha fazla kişiye genel kültürünüzün ne kadar geniş olduğunu ispatlayabilirsiniz.

27 Eylül 2012

Kamyoncu Hicle'nin Acıklı Hikayesi

Bu yazımda sizlere (ahaha yine siz dedim kime diyosam :) aslında her gün gördüğümüz fakat arkasındaki detaylarını bilmediğiniz acıklı bir hikayeyi anlatmak istiyorum. Kamyon şoförü Hicle'nin kalpleri hüzne boğan acıklı aşk hikayesi.


Bundan yaklaşık 50 yıl önce Anadolu'nun bağrından kopup İstanbul'a gelen ve geride kalan anne-babasına para gönderebilmek için bar fedailiğinden, simit satmaya birçok iş yaptıktan sonra kamyoncu olan yağız bir delikanlı varmış. Bu yağız delikanlımız Hicle hem arkadaşları tarafından hem de patronu tarafından çok sevilirmiş. Hatta normalde 3 yıldan önce yurtdışına eşya taşıyamayan yeni başlayanlar arasında ilk yurtdışı taşımasını 2 yıl içinde yapmış. Tabi bu çabuk ilerlemesinde patronuyla ve diğer ofislerdeki kamyoncu arkadaşlarıyla iyi ilişkileri ve her seferden dönüşte bütün giderleri küçük bir excel dosyasında tutması ve öğrendiklerini küçük bir sunum eşliğinde arkadaşlarıyla paylaşmasının çok önemli olduğu söylenir.

Yine bu yurtdışı seferlerinin bir tanesinde, Paris'de KDÖKM'de (Kamyoncular Dernegi Özel Konaklama Merkezi) - belli bir sayıda sefer yaptıktan sonra ücretsiz faydalanabiliyordu - oturup yolculuklarda eksik etmediği domates suyunu yudumlarken hayatının aşkını gördü. Sanki zaman durmuştu ve sadece Hicle ve sarışın dünyalar güzeli Fransız aşkı hareket ediyordu. Daha önce hiç bir kızı KDÖKM'de görmemişti, çok heyecanlandı ve hemen yanına gidip konuştu "Madonna mı Michael Jackson mı?" kız donup kalmıştı. Hicle de ne yapacağını bilmiyordu bu pick up line İstanbul'daki bütün pavyonlarda işlemişti halbuki. Uzun süren sessizlikten sonra kız "No Turkish" dedi, Hicle de bu sessizliğin nedenini anladı fakat durmak yoktu, kırık İngilizcesiyle tekrar zorladı kızı "Your shirt is very nice like your eyes eheh". Her ne kadar kafiyeli olsa da "Adın ne" den sonra olup olabilecek en kötü giriş cümlesiydi. Neyse ki kız da bu yağız delikanlıdan hoşlanmış olmalı ki mahçup bir şekilde gülümsedi "Ahahahah(?!), you are funny". Ve yağız Hicle bunu yürü ya kulum şeklinde anladığı için Sultanahmet'ten girip, camels everywhere kıvamına gelen pis bir geyik sonucunda kızı tavlamış.

Her uzak ilişkide olduğu gibi Hicle'nin çok mobil olması, kızın Paris'te yaşaması, dil, kültür ayrılıkları bir de tabii ki Hicle'nin kızın babasını tavlada iki ters bir düz yenmesi sonucunda kızın ailesi Hicle'yle beraber olmasına izin vermemiş. Hicle önce çiçeğini çikolatasını almış gitmiş, sonra kaçırmaya çalışmış ama Fransız beyefendisi olan kızın babası kesinlikle izin vermemiş bu ilişkiye.

Hicle çok üzülmüş bu işe, diğer kamyoncu arkadaşlarıyla üzüntüsünü paylaşınca hepsi destek olmak istemişler arkadaşlarına. Ve ondan dolayı karar almışlar bundan sonra bütün kamyonlarının üstüne Hicle'nin ve sevgilisinin ismi olan Long'u ömür boyu birlikte olacakları şekilde yazmışlar. Ondan dolayı bütün kamyonların üstünde LONG VEHICLE yazılı olduğunu görüyoruz.  Yaa yaa bu da böyle acıklı bir hikaye işte...

06 Eylül 2012

Temet Nosce

Ya ben şimdi buraya yazıyorum bişeyler, hani şimdi kimse okumuyor ama ileride bunların hepsi okunabilir bir şekilde. Böyle bir şekilde dediğimde de çok gizemli gibi oldu ama baya Google'da ismimi aratınca laaps diye bu site çıkıyor ondan dolayı çok da zor olmasa gerek aslında.

Neyse acaba mahlas fln mı kullanmaya başlasam diye düşünüyorum artık ama olay aslında yalnızca mahlas kullanmakta değil tarzımı da değiştirmem lazım. Mesela beni tanıyan insanlara bu blogu gösterseniz hemen benim yazdığımı anlarlar diye tahmin ediyorum - kim beni tanıyor zaten, anlayamamışsa beni tanımamıştır bu zamana kadar, veya daha da kötüsü hiç kimsenin benim bunları yazdığımı anlayamaması olur heralde. Bütün bu kim kimi tanıyor diye düşününce hakkaten kimi tanıyoruz ki, mesela günün 8 saatini müdürünle geçiriyorsun ama evdeyken yemeğini bitirince hemen kalkar mı yoksa masayı toplamaya mı yardım eder, annesini ne kadar sıklıkla arar, hiç sevmediği yüzyılda bir gördüğü akrabasına gidince iş yerinde ne kadar melek gibi olduğunu mu anlatır nası pislik bi adam olduğunu mu anlatır...

Daha da fenası sen kendini ne kadar tanıyorsun, yani sırf ortamda sırıtmamak için eyyam dolu cümleler söyleyip daha sonra da o söylediğin şeylere inanıp başka yerlerde satıyorsun onları. Birine öyle seviyorum derken öbürüne böyle diyosun...



Baya sıkıntılı işler bunlar, ondan dolayı bana kalırsa en iyisi "Know Thyself" - başlıktaki de latincesi hatta Matrix filminde Oracle'ın mutfağında kapının üstünde yazıyor.

01 Eylül 2012

Yozdiling

1985 yılında doğdum
1986
1987
1988
1989
1990
1991
1992
1993
1994
1995
1996
1997
1998
1999
2000
2001
2002
2003
2004
2005
2006
2007
2008
2009
2010
2011
2012, 27 yaşındayım...

PS: baya excelle yaptım... 

Edit: Yazının orijinali http://goo.gl/dKXMZ

28 Ağustos 2012

Here Comes The Sun

Cuma akşamı Dubin'de Beatles - Get Back diye konser/müzikal tarzı bişeye gittik burada. 10 yıllık süreci, yaşadıklarını, girdikleri kafaları fln çok iyi anlatan bir hikaye. Onun dışında Beatles şarkılarını çok üst düzey çalmaları da cabası. Seyrederken Here Comes The Sun şarkısını George Harrison çıkıp tek başına söylemeye başladı, grubun en az bilinen adamı olarak böyle müthiş bir şarkıyı tek başına söylemesine şaşırdım ve hikayesini araştırdım şarkının - ki Beatles'ın neredeyse her şarkısının çok güzel bir hikayesi vardır.

Here Comes The Sun şarkısının hikayesi de Dublin'in bu günlerine çok uygun geldi, ondan dolayı hikayeyi aşağı kopyalıyorum, bir yandan da şarkıyı dinlemek güzel geliyor.




Written by George, 'Here Comes The Sun' was an expression of delight at being able to slip away from the interminable business meetings which were now taking up so much of the Beatles' time.

In January 1969, John and Yoko met with music business manager Allen Klein and shortly afterwards declared that he would be looking after their business affairs, despite the fact that New York lawyer John Eastman, brother of Linda, had recently been brought in to represent the Beatles collectively. This was the beginning of a bitter drawn-out conflict over who should manage the Beatles and what should be done about the chaotic state of their finances. Despite the tremendous sales of Beatles' music over the past six years, John claimed, "all of us could be broke in six months."

Klein offered to restructure Apple, organize a takeover bid for the shares the Beatles didn't own in Northern Songs and renegotiate a better royalty deal with EMI. He was able to persuade John, George and Ringo of his ability to do these things but Paul remained loyal to Eastman. As a result of the Beatles' existence was now under threat and the frequent meetings at Apple were fraught with tension. One morning in the early spring, George decided it was all getting a bit too much like school, and so he took a day off from the round table routine and went to see his friend Eric Clapton at his country home in Ewhurst, Surrey.

Borrowing one of Eric's acoustic guitars, George took a walk around the gardens and, basking in the first real sunshine of the year, he felt a sudden flush of optimism and started to write 'Here Comes The Sun'. "It was such a great release for me simply being out in the sun," said George at the time. "The song just came to me."

20 Ağustos 2012

Mağara İnsanı Kuralı

***Bu yazı www.ozetkitap.com sitesinden Geleceğin Fiziği adlı kitap özetinden alınmış küçük bir parçadır. Kitap özeti şu linkten indirilip okunabilir. En kısa zamanda okunmasını şiddetle tavsiye ediyorum



MAĞARA İNSANI KURALI  


Bilişim çağıyla ilgili olarak yapılan pek çok tahmin boş çıktı. Sözde ofislerde kağıt ortadan kalkacaktı; insanların çoğu evden çalışacağı için şehirler boşalacaktı; internet tiyatro, sinema, TV ve radyoyu ezip geçecek, dolayısıyla geleneksel medya ve eğlence müzelik olacak ve çoğu kişi gezip görmekten bile vazgeçecekti. Fakat tam tersi oldu: şehir hayatı kalabalıklaştı; ofislerde kullanılan kağıt sayısı her zamankinden fazla; alışveriş ve turizm inanılmayacak derecede arttı. Sanal eğitim yol kat etti etmesine  ama hala öğrenciler üniversitelere girmek için yarışıyor ve iş bulurken  online diploma yerine gerçek diploma geçerliliğini korumakta. İnternet tüm medyayı değiştirdi ancak gösteri dünyası ışıldamayı sürdürmekte, hem de tüm ihtişamıyla.

Yapılan tahminlerin tutmamasının nedeni, insanların bu gelişmeleri büyük ölçüde reddetmesi. Bunu mağara insanı kuralı dediğim kurala bağlıyorum. Çünkü, 100 bin yılı aşkın bir süre önce Afrika’da ortaya çıkan ilkel insanların da tıpkı bizim gibi göründüğünü genetik ve fosiller kanıtlamakta. Beynimizin ve kişiliğimizin o zamandan bu yana pek değiştiği söylenemez. Yani büyük olasılıkla insan olarak isteklerimiz, hayallerimiz, karakterimiz 100 bin yıldır çok fazla değişmedi. Dolayısıyla hala mağara insanları gibi düşünüyoruz ve ne zaman modern teknolojiyle arzularımız çatışsa kazanan daima arzularımız oluyor. İçgüdüsel olarak bilgisayar ekranında kayan elektronlara güvenemediğimizden, lüzumsuz da olsa raporların veya yazışmaların çıktısını alıyoruz. Atalarımız gibi biz de yüz yüze görüşmelerden hoşlanıyoruz. Bu diğer insanlarla yakınlık kurmamızı sağlıyor. Ayrıca vücut dillerini okuyabilme avantajı sağlıyor. İnsanları yakından izlediğimizde ortak bir bağ kurduğumuzu hissediyoruz. Aynı zamanda gizli duygularını, akıllarından geçenleri anlama imkanımız oluyor. Çünkü maymunsu atalarımız da konuşmayı geliştirmeden binlerce yıl önce duygularını ve düşüncelerini iletmek için vücut dilini kullanıyordu. Vahşi doğada yaşarken insanoğlunun hayatta kalabilmesi rivayetten çok somut kanıtlara bağlı olduğundan hala duyularımızla algılayıp olan bitenden emin olmak istiyoruz. Ne olursa olsun, insanın kendi gözüyle görmesi, dokunması çok daha tatmin edici bir his. Benzer şekilde sanal turizmin gelişememesinin de nedeni bu. Mesela Taj Mahal’in veya Mısır piramitlerinin sadece resmini görmektense, bire bir kendisini görüp bununla övünmek bambaşka bir tatmin. Ya da çok sevdiğiniz bir müzisyeni CD’den dinlemenin verdiği keyif, konserde canlı dinlemenin yarattığı coşkulu hazzın  yanında yavan kalır, öyle değil mi? İnternetten yığınla fotoğraf ve film indirebiliyorken insanların yine de ünlüleri görmek için sıraya girmeleri veya sinemalarda kuyrukların oluşması da bununla açıklanabilir. Üstelik avcı bir soydan geldiğimiz için uzun süre başkalarını seyredebiliyor ya da saatlerce televizyonun karşısında oturabiliyoruz. Ancak birinin bizi izlediğinin farkına vardığımız an hemen tedirgin oluyoruz. İzlemekten çok hoşlanmamıza rağmen izlenmek rahatsız edici geliyor. Yabancı gözlerin uzun süre üzerinde olması insanı huzursuz ediyor, bazen saldırganlaşanlar bile oluyor. Bunun altında yatansa, av olma korkusu ve hayatta kalmak için savunmaya geçme dürtüsü.

Gelin, illa beş duyumuzla algılamak istememize Yüksek Dokunuş (High-Touch) diyelim. Aslında Yüksek Teknolojiyle (High-Tech) Yüksek Dokunuş arasında bitmek bilmeyen bir rekabet var. Uzanıp elimizle dokunmakla, ekrandan seyretmek arasında olduğu gibi. Tabii ki, tercihimiz ikisinin birden olması ve gelecekte de böyle olmasını istemeye devam edeceğiz. Fakat seçim şansı verilse, mağara insanı gibi Yüksek Dokunuşu seçeriz. O yüzden siber uzay ve sanal gerçeklik çağında hala canlı konserlerin, gösterilerin biletleri kapış kapış.  Mağara insanı kuralı internetin diğer medyayı silip geçeceği tahmininin boşa çıkmasını da açıklıyor. Radyo ve sinema ilk çıktığında insanlar  tiyatro yok olacak diye hayıflanmıştı; TV çıktığındaysa radyo ve sinemanın yerini alacağı düşünülmüştü. Fakat şu anda tüm bu medyaların bir karması içinde yaşıyoruz. Bundan alınacak ders, bir aracın bir öncekini tamamen ortadan kaldırmaktan ziyade, yan yana var olabileceği veya iç içe geçebileceğidir. Bu medya araçlarının arasındaki ilişki sürekli değişim geçiriyor. Bu karışımın gelecekte tam olarak nasıl şekilleneceğini öngörebilenlerin servet sahibi olması kaçınılmaz.

1960’larda internet ilk kurulduğunda eğitim, bilim  ve ilerlemeye yönelik bir platforma dönüşeceğine inanılıyordu. Bunun yerine, çok geçmeden kural tanımayan vahşi batıya dönüp bugünkü halini alması pek çok kişiyi korkuttu. Ancak mağara insanı kuralını dikkate alırsak, bu beklenmedik değil, kuralın gerektirdiği doğal bir sonuç. İnsanların sosyal ilişkilerinin gelecekte nasıl olacağını kestirmek istiyorsanız, basitçe 100 bin yıl önceki sosyal ilişkileri düşünün ve milyarla çarpın. Demek ki; dedikodu, sosyal ağ kurma ve eğlenceye verilen prim/değer daha da artacak. Kabile kültüründe dedikodu ve söylenti, bilginin hızlı aktarımı açısından önemliydi. Özellikle liderler ve rol modeller hakkında kulaktan kulağa yayılıverirdi. Bunun modern hayattaki yansımasını da magazin basınında ve gözünü şöhret hırsı bürümüş kültürün yükselişinde bulabiliriz. Tek fark, dedikoduculuğun kitlesel medya tarafından aşırı derecede katmerlenmiş oluşu ve söylentilerin saniyesinde tüm dünyaya yayılabilmesi. Sosyal ağ websitelerinin aniden yaygınlaşarak genç girişimcileri bir gecede milyarderlere çevirmesi analiz uzmanlarını epeyce şaşırttı. Halbuki bu da aynı kurala başka bir örnek. Evrimsel olarak insanlık tarihinde geniş sosyal çevreye sahip olanlar yaşam için elzem olan kaynak, tavsiye ve destek almak için onlara yaslanabildiler. Ayrıca iletişim, tehlikeden korunmak için de vazgeçilmez bir unsurdu. Bu çevrimin dışında kalanlarsa, genelde genlerini bir sonraki nesle aktarabilecek kadar yaşamazdı.

Bunların üzerine gelecekte eğlencenin patlama yapacağını da ekleyelim. Her ne kadar bunu kabul etmek çoğumuzun pek hoşuna gitmese de insan toplumu, baskın biçimde eğlenceye dayalı bir kültüre sahip. Bunun da kökeni binlerce  yıl önce avdan sonra ateş başına toplanıp ziyafet çekerek eğlenen atalarımıza uzanmakta. Bu yalnızca kabile üyeleriyle bağ kurmak için değil, aynı zamanda kişinin topluluk içindeki konumunu belirlemesi için de gerekliydi. Eğlencenin vazgeçilmezi olan dans edip şarkı söylemenin hayvanlar aleminde de hayati önem taşıması tesadüf değil elbet. Karşı cinse kendini beğendirmek, sıhhatinin yerinde olduğunu ve genlerinin aktarılmaya değeceğini göstermek için gerekli. Öte yandan sanat da sadece beğeniye yönelik oluşmadı. Sanat, bilginin çoğunu simgesel düzeyde kaydeden beynimizin evriminde önemli bir rol oynadı. Dolayısıyla, temel insan karakterimizi genetik olarak değiştirmedikçe, gelecekten beklememiz gereken, eğlencenin, magazin dedikoduculuğunun ve sosyal ağların büyük ölçüde artmasıdır.

***Bu yazı www.ozetkitap.com sitesinden Geleceğin Fiziği adlı kitap özetinden alınmış küçük bir parçadır. Kitap özeti şu linkten indirilip okunabilir. En kısa zamanda okunmasını şiddetle tavsiye ediyorum

17 Ağustos 2012

Adamlar Marsa Gitti Hakkaten

Yani adam dediğim robot ama olsun yine de Mars'a gidildi ya... Tabi hala neden sadece Mars'a gidildiğine şöyle alabildiğine uzaklara gitmek için neden yatırım yapılmadığını anlamıyorum. Uzay lan uzay! Git işte bi bak noluyor... Mesela benim 10-15 milyon dolarım olsa, 1-2 milyonunu uzaya gitmek için verirdim heralde..



Curiosity rover: Martian solar day 2 in New Mexico

20 Temmuz 2012

Şam Fıstığı Teoremi



Barney Stinson'ın (How I Met Your Mother) lemon law hikayesine aşinaysanız ben de size benim "Şam Fıstığı Teoremi"mi anlatayım.



Şuna benzer cümleleri biz de büyük ihtimalle çok kez kurmuşuzdur;

  • Ne zaman bu güzel ayakkabıyı giysem yağmur yapıyor
  • Ne zaman bu diziyi seyretmeye başlasam bilmemne arıyor
  • Ne zaman buraya yemeğe gelsem bilmemne bitmiş oluyor
Neyse bu örnekler tabii ki çok artırılabilir, burada benim teoremim devreye giriyor; ben de yaklaşık 8-10 yaşlarındayken ne zaman şam fıstığı (antep fıstığı artık neyse) yediğimde tırnaklarımı yeni kesmin olduğumu farkediyodum ve siz de tahmin edersiniz ki yeni kesilmiş tırnaklarla şam fıstığı yemek kadar zor bişey yoktur. Sonra dedim ki ya bu kadar da şanssız olamam, böylece her şam fıstığı yediğimde tırnaklarımı kontrol etmeye başladım ve farkettim ki (SPOILER ALERT!!) aslında tırnaklarım her seferinde kısa değilmiş.

Kısaca teoremin sonucu şunu diyor, kötü bişeyler başımıza geldiğinde yaa niye bu benim başıma geliyor diye düşünüyoruz, iyi şeyler veya daha doğrusu expected şeyler başımıza gelince hiç sorgulamıyoruz zaten olması gerektiği için geçiyoruz. Ve kötü olan şeyleri de sürekli olarak bişeylere bağlamaya bir pattern bulmaya çalışırız, şöyle şöyle olduğu için böyle bişey oldu o zaman şöyle yapmıyım bi daha başıma gelmesin o olay diye düşünürüz. Tabi dediğim gibi kazın ayağı öyle değil sen bişeyler yaptığın için başına gelmiyor o olaylar, sadece başına geliyor o olaylar.

O zaman bana hep bilmemne yapınca bilmemne oluyor dersen, kaç kere bunu giydin kaç kere başına geldi, bir de analiz yapıp başka şeyler yapınca aynı şeyin başına gelme oranı nedir derim ve şöyle bitirim - corporate dilde - bana datayla gel, bir de öyle bakalım...

18 Temmuz 2012

Public Laf Atma




Şu aralar iyice gözüme sokulduğunu farkediyorum da insanların birilerine söyleyeceği ne çok laf varmış arkadaş. Özellikle de insanların yüzüne söyleyemediğimiz şeyleri kızım sana söylüyorum ama gelinim sana hayvan gibi laf sokuyorum modunda her yerden giydiriyoruz gibi geliyor. Buna ben public laf atma adını koyuyorum. Bu public laf atma tarihine bakarsak da heralde ilk ICQ info kısmıyla hayatımıza girdi, sonra msn status updateleri, şimdi de twitterdan, facebooktan... Tabi bir de bu atıflarda sürekli kendisinden bahsedildiğini sanan egosentrik insanlar da var ama o değil benim olayım bu yazıda.

Bir çok kişi "takipçi benim umrumda değil ben öyle kafama göre yazıyorum hiç okunmasa sorun olmaz diyor", ben buna inanmıyorum ve hiç katılmıyorum. Eğer hakkaten kimse okumasın diyorsan evdeki defterine yaz, online olsun diyosan kendine mail at. Dediğim gibi hep "birilerine" söylüyoruz bişeyleri, ama sevdiklerine benim keyfim yerinde diyorsun, ama eski sevgiline laf sokuyosun, ama hiç tanımadığın insanlara bakın ben on numara adamım okuduğum/seyrettiğim/katıldığım şeylere bakın diyorsun... Ama sen de böyle public bişeyler paylaşıyosun senin olayın diye sorduğumda kendime çoğunlukla ben sevdim o paylaştığım şeyi insanlarla paylaşayım onlar da sevsin modunda paylaşıyorum. Ki beni tanıyanlar bilir bu benim offline olarak da çok yaptığım bişeydir :)

Neyse sen bu yazıyı kime söylüyorsun dediğimde kendime, benim lafım çoğunlukla üçüncülere yani gereksiz bakın ben ne kadar kaliteli bir insanım diyenler. Hakkaten çok sevmediği prim yapacak şarkılar paylaşmak, kendini "teknoloji gurusu" göstermek istiyorsn hiç teknolojiyle alakan bile olmasa konuyla ilgili updateler paylaşmak fln... Boşver be arkadaş tanımadığın insanlara bu kadar hava yapmaya gerek yani, tanıyan sevsin seni, tanımayan da bırak tanımasın...

15 Temmuz 2012

Morising

Siz de duymuşsunuz zaten, (kime siz diyosam geçen ay toplamda 8 kişi ziyaret etmiş siteyi... Neyse kurumsal olsun biraz :) 1-2 yıl önce çıkan bi moda var bilmemne-ing, ilk sanırım planking ile çıktı sonrasında owling fln çok moda oldu dünyada. Türkiye'de de bu kadar popüler olması büyük ihtimalle Serdar Ortacing, Dogusing ile oldu. Ben de ondan dolayı ileride çok ünlü olursam ve saçma bişey yaparsam Morising nasıl olurdu diye düşündüm. Ve tabii ki içimdeki nerdü durduramadım ve çeşitli yerlere boşluk koyarak cümleler yarattım.


- Mo rising
- Mor is ing
- Mori sing
- Moris'i ng (umarım ng kötü bişeyin kısaltması olmaz ilerde, "on numara adam valla"nın kısaltması uygun olur diye düşündüm ben :)


Acaba bu yaptığım morising için yeterince saçma olmuş mudur?


Neyse o zaman yazıyı en azından güzel birşeyler paylaşarak bitireyim.


Geçen bir dostun paylaştığı üzere güzel bir viral kampanyada olması gereken 3 unsuru* da içeren 3 güzel video paylayaşayım. Tabii ki bu virallerin hiçbiri bir serdarortacing gibi fenomen olamadı.


Seyrettikten sonra gorilla drum diye youtube'da arat. Dur hemen tıklama aşağıdakileri de seyret :)





* 1) Bir daha izlemek istiyor musun? 2) Gordugunu paylasmak istiyor musun? 3) Gordugunu improve etmek istiyor musun?

02 Temmuz 2012

Nerd Show - Olimpiyat Öncesi Atletizm Sorusu



Koşucu
Atletizmle alakalı güzel bir zeka sorusu buldum onu paylaşayım dedim.

Büyük ihtimalle zeka sorularıyla ilgili bir çok kişi şu soruyu duymuştur. A koşucusu 100 metrelik koşuyu B koşucusunun 3 metre önünde bitiyor. Peki A koşucusu 3 metre geriden başlarsa yarışı kim kazanır veya berabere mi kalırlar?

Dediğim gibi bu çok popüler bir soru, benim duyduğum soru şöyle; 100 metrelik yarışta, A koşucusu B'nin 5 metre önünde bitiriyor, B ise C'nin 5 metre önünde bitiriyor. O zaman A, C'nin 10 metre mi önünde bitirmiştir?

25 Haziran 2012

Klişeler

Artık bu twitter dolayısıyla nerdeyse bütün haberler eski, yapılan yorumlar klişe, paylaşılan fotolar bayağı olmaya başladı gibi geliyor.

Geçen hafta çeşmedeyken şöyle 2 tane tweet yaptım;

https://twitter.com/mkastro/status/215075010308616192 - Bacagimin kenarinin gozuktugu acaip mavi bi deniz fotosu.. @ ramo instagram/filanfilan
https://twitter.com/mkastro/status/215494293731811329 - Balik-raki resmi, dostlarla bilmemne keyfi... @ cesme marina instagram/foodporn

Hedefim de Google'a instagram plaj/instagram deniz/instagram bacak gibi şeyler yazınca ilk sayfadan çıkan şu aşağıdaki gibi hakkaten çirkin fotoları koyan şahıslar.



Hani bu instagrama fln sürekli böyle şeyler yükleyip gereksiz klişe resimlerle dolduruyorlar ya kendimce onlara gönderme yapıyorum. Fakat ondan sonra farkettim ki bu gibi klişelerle dalga geçmeye başlamak da klişe olmuş ondan dolayı aklımda 3-4 tane daha böyle şey vardı aklımda onları yazmadım twitter'a anlayan anladı muhabbetimi manasında. Fakat tabii ki içimde kalacağına bir yerlerde dursun diye düşündüm, bu blogu da kimse okumuyor nasılsa diye buraya yazayım 2-3 tanesini dedim.

- Güzel kurulu bir masa çevresinde toplanmış en az 3 kuşak insan fotosu - Family reunion @ herhangi bi aile büyüğünün adı instagram/familyporn
- İçkinin markasına focus olmuş ama arkadaki atıştırmalıkları flu da olsa görebildiğimiz foto - Happy hour @ bebek'te güzel bi cafe adı instagram/içkiporn
- Öndeki arabaların çok fazla olduğu sıkışık bir yol fotosu - Hmpf sabah trafiği @ trafikli bir yol, köprü tercih sebebidir
- Yüksek bir yerden manzara resmi - #tag1 #tag2 #alakasıztag #çokalakasıztag #yuhbutaginneişivarburda #bariisminiyaz #bunundaalakasıyokamapopülertag

PS: Sümüklü çocuk fotosuyla o kadar herkes dalga geçti ki onunla dalga geçmiyorum bile

13 Haziran 2012

Nerd Show - Bugün hava dünden iki katı soğuk

Eskiden şöyle bir soru duymuştum, "bugün hava 0 derece yarın ise iki katı soğuk olacak, o zaman yarın kaç derece olur?" ilk duyduğumda afallamıştım. Tabi ya nası olcak o, bulamazsın, baya imkansız fln düşünmüştüm. Geçen gün yine aklıma geldi - Dublin'in havalarından dolayı olabilir :) - ve şöyle bir çözümü olduğunu düşünüyorum.


Soğuk dendiğine göre mevsim normallerinin altında ki soğuk deniyor, o zaman mevsim normaliyle ne kadar fark varsa o fark daha da açılacak diye anlayabiliriz bence. Mesela mevsim normali 4 dereceyse yarının -4 derece olacağını söyleyebiliriz bence. Yani yine de tam olarak doğru değil bu bakış açısı da çünkü soğuk göreceli bişey olduğu için dereceyle ölçmek biraz sıkıntı olabilir tabi :) Keşke blogu birileri okusaydı da siz ne düşünüyorsunuz gibi sorular sorsaydım. Neyse bu yazıya denk gelen birileri olursa, bi de böyle boşsa fln bi düşünsün bakayım daha güzel açıklama bulabilecekler mi.

PS: Resim de bizim Dublin'deki evin oralar, saolsun @onurka güzel foto çekmiş

12 Haziran 2012

Sıcak Yazda Serin Dublin

Bu kadar güzel hikayelerle zenginleştirilmiş, müthiş bir gezi yazısı olmuş. Orjinalini şu linkten bulabilirsiniz... http://www.hurriyet.com.tr/seyahat/20724572.asp

Özellikle de hava ile ilgili kısım çok doğru. Sanırım İzmir'li olmanın verdiği güneşli havaya sürekli maruz kalmanın konforuyla üniversite için İstanbul'a gelene kadar havadan sudan konuşmanın tam olarak ne olduğunu anlamamışım. Meğerse hava sürekli değiştiği için hava durumu tahmini duymak ve bunu paylaşmak önemli oluyormuş. Ama asıl havadan konuşmanın olayını Dublin'e gelince anladım, burada neredeyse 2 saatte bir hava değiştiği için ve mevsim/mevsim normali gibi bir şey pek söz konusu olmadığı için bütün gün boyunca bundan bahsedebiliyorsun.

Ben de 2 hafta önce twitter'da sürekli havadan sudan bahsettiğimden dem vurmuştum ama gerçekten de havanın güzel olmasının insanın moduna bu kadar etkisi olacağını söyleselerdi hayatta inanmazdım. 

Bu kadar konuşmuşken bir de slideshow koyayım bari Dublinle ilgili

-----------------------------------------------------------------

Mehmet Yaşin - 11/06/2012

Sıcak Yazda Serin Dublin


Sıcakla aram oldum olası iyi değil. Yazın hep serine kaçmak isterim. Sıcak günlerde beni ararsanız, serin kentlerde, dağlarda, yaylalarda, rüzgarla oynaşırken bulabilirsiniz. Onun için, bu aylarda ya kış başlangıcını yaşayan güney yarım küreye ya da Avrupa’nın kuzey ülkelerine giderim. Özellikle kuzeyin bitmek bilmeyen gündüzleri çok hoşuma gider, zamanı şaşırırım, şaşırdıkça da mutlu olurum.

Bu yazın başlangıcında Dublin’e gittim. Bu üçüncü gidişimdi. Aslında kenti sevdiğimi söyleyemem. Üstünden ayrılmayan gri bulutlar, ne zaman yağacağı belli olmayan yağmur, gri-kara binaların silueti ruhumu sıkar. Bu kurşini binaların kapıları rengarenktir: Sarı, mor, yeşil, kırmızı, pembe... Nedeni şöyle anlatılır: Kraliçe Viktorya 1902’de ölünce, üzerinde güneşin batmadığı imparatorluğun merkezi Londra’dan, dünyanın dört bir yanına haber salınıp, yas nedeniyle bütün evlerin kapılarının siyaha boyanması istenir. Bu emre bir tek ‘yaramaz çocuk’ İrlanda karşı çıkar. “Biz İngiltere’nin kraliçesi için yas tutmayız” diyerek, inadına tüm kapıları rengarenk boyarlar...

James Joyce’un da benim gibi Dublin’i pek sevmediğini bilirim. Ünlü yazarın, “Dublinliler”deki kahramanı Chandler, hikayede, sokakların donuk zarafetsizliğinden yakınıp durur. Başarıya ulaşmak için bu kentten gitmek gerektiğini söyler kendi kendine. “Dublin’de hiçbir şey yapamazsın” diye yakınır. Nehrin aşağısındaki bodur, zavallı evlere acır. Aklında fikrinde hep Londra vardır. Aslında Joyce, Chandler’in ağzından kendi sıkıntılarını dillendirir.

Bu bu can sıkıcı kentin yine de beni çeken birkaç yanı vardır. Örneğin yazarları.
“Neden dünyanın en önde gelen yazarları Dublin’den çıkmıştır” sorusunun yanıtını hep arayıp durdum. Sorduklarımdan doğru yanıtı alamadım. Örneğin İngiliz dili ve edebiyatı uzmanı arkadaşımın yanıtı kısaydı: “Onlar büyük eserlerini Dublin dışında yazdı.” Dublin Yazarlar Müzesi’nde de her hangi bir ipucuna rastlanmaz.

Her gelişimde kendime sorarım: Çağdaş edebiyatın büyük ustası James Joyce, romanlarını yazarken benim duyduğum çanları duymuş muydu? Çünkü bu kilisenin çanları tam 300 yıldır çalıyor. Veya yazmaktan bunalıp St. Stephan Parkı’nda, at kestanelerinin gölgesinde, benim oturduğum banka oturup, geleni geçeni seyretmiş miydi?.. Güzel söz avcısı Oscar Wilde, Dublin Üniversitesi’ne benim girdiğim kapıdan mı giriyordu? İrlanda’nın kaderini değiştirebilecek bir ulusal birlik yaratabilmek için kendini edebiyata ve tiyatroya adayan Yeats, Abbey Tiyatrosu’ndaki oyunu yönetmeye gelirken, köşedeki bara uğrayıp, benim gibi simsiyah Guinness birasından yuvarlıyor muydu?

Drakula ile bütün dünyanın uykusunu kaçıran Bram Stoker, Transilvanyalı vampiri Dublin Şatosu’nun karanlık koridorlarında mı kurgulamıştı? Bahçesinde oturduğum Trinity Kolej’in sırrı neydi ki, öğrencilerinin bir çoğunu bütün dünya tanıyordu. Örneğin İrlandalı milliyetçilerin gözünde bir kahraman olan şair, yazar, besteci Thomas Moore, benim oturduğum okul bahçesinde gezinirken, bir gün Byron’ın el yazmalarını yakmak zorunda kalacağını biliyor muydu?

Trinity Koleji’nin bir başka ünlü öğrencisi Samuel Beckett’ti. Liffey Irmağı kıyısındaki yolda yürürken hep Beckett’i düşündüm. Çünkü o da Fransızca dersi vermek için koleje aynı yoldan geliyordu. Belki de “Godot’yu Beklerken”i bu yolda kurgulamıştı.

Çağdaş edebiyatın en önemli yazarı James Joyce, düz yazı ve şiir ustası Oscar Wilde, tüm yaşamını edebiyata ve şiire adayan Yeats, Drakula’yı yaratan Bram Stoker, şair, yazar, besteci ve kahraman Thomas Moore, Godot’nun yaratıcısı Samuel Becket, isyankar yazar Brendan Behan, Nobelli aforizma ustası Bernard Shaw, tüm dünyayı Güliver’in peşine takan Jonathan Swift, kitapları Türkiye’de de kapış kapış satılan Maeve Binchy ve Glenn Meade, adını unuttuğum veya bilmediğim diğerleri... Hepsi Dublinli’ydi... Bu kentin bir sırrı olmalıydı ve ben bu sırrı önünde sonunda öğrenecektim.

HER EVİN ALTINDA BİR PUB

Dublin’de pubların çokluğu sizi şaşırtır. Neredeyse her köşe başında bir pub var. Bir zamanlar kentteki binaların üçte birinin pub olduğunu öne sürenler bile bulunuyor. Tüm İrlanda’da tam 11 bin pub olduğu söyleniyor. Bunun sadece 1650 tanesi Kuzey İrlanda’da. Dublin’de ise restoran ve pub sayısı yaklaşık 7 bin. Dublinliler içki içmeyi çok seviyor. Hatta sabah erkenden, gecenin geç saatlerine kadar pub’lar dolup taşıyor. Sadece içki içilmiyor, en ateşli politik tartışmalar burada yapılıyor, maç seyrediliyor, müzik dinleniyor, yemek yeniyor. Koyu sohbet yüzünden içkinin ucu kaçıyor. Bu yüzden de sabahları ayılmakta epey zorluk çekiyorlar.

Pub açmak için konumunun önemi yok. Kilise müştemilatı, karakol uzantısı, cenaze evinin alt katı olabilir. Dublinlilerin içerken manzara seyretme takıntısı yok. Dirsek dayanacak bir tezgah yeterli.
İrlanda’nın en eski barı Grace Neill, High Street’te 1611’de kurulmuş. Onu 1668’de Lower Bridge’te açılan Brazenhead izlemiş.

Oldum olası İrlanda pub’larının hayranıyım. Dünyanın neresine gidersem gideyim, mutlaka bir İrlanda pub’ı bulur, tezgahına yaslanıp, siyah bira eşliğinde günün yorgunluğunu temizlemeye çalışırım. Gördüm ki, publar geçmişte olduğu gibi bugün de ülkenin vazgeçilmez sığınağı. Geçmişte tek başına içenler için deri perdeli küçük bölmeler varmış. Müşteri, viskisiyle ve acısıyla, inancıyla ve inançsızlığıyla baş başa kalabilmek için kendini buraya kapatırmış. Viskinin acı ve rahatlatıcı tadına sığınır, sorunlarına çözüm ararmış.

16 Haziran, Dublin pubları için önemli bir gün. O gün Dublinliler, James Joyce’un Ullyses adlı romanının kahramanı Leopold Bloom’un romandaki rotasını izliyor. O dönemin giysileri içinde geçit töreni düzenliyor. Yürüyüş Bloom’un yaptığı gibi Davy Byrne’ın barında, Gorgonzola peyniri eşliğinde Burgondy içerek sona eriyor. Tabii bu kutlama tüm pubların işine yarıyor ve o gün her taraf tıklım tıklım doluyor.

Tahmin edileceği gibi, Dublin’de kaldığım süre içinde gecelerimin çoğunu, Temple ve Merrion Row sokaklarındaki pub’larda geçirdim. Kırmızı yüzlü kalabalıklara omuz verip, anlamadığım sohbetlerine kulak kabarttım. En çok Merrion Row’daki O’Donaghue’s adlı pub’ta, bir yandan kalabalıkları yarıp dayanacak bir köşe bulmaya çalıştım, bir yandan da müşterilerin oluşturduğu orkestranın, bardak seslerine karışan ezgilerini dinlemeye çalıştım. Bu bara amatör müzisyenler çalgılarını alıp geliyor, pencere kenarındaki yuvarlak bir masaya oturuyordu. Tek başına veya ikili üçlü gruplar halinde İrlanda ezgileri çalan bu müzisyenler, müşterilerin ısmarladığı içkilerle yetiniyorlardı. Ben de o masaya, bir kaç kadeh içki gönderdim.

VİSKİYİ İLK KİM YAPTI

Viskiyi önce İskoçlar mı, yoksa İrlandalılar mı damıtmıştı? Bu soru, iki ülke arasında bitmez tükenmez tartışma nedeni. İkisi de iddialı. Dünyanın ruhsatlı en eski damıtım evinin Kuzey İrlanda’da, 1608’de yapılan Old Bushmills olması, ibreyi İrlanda’ya çeviriyor.

Dublin’de kaldığım sürede, günün çeşitli saatlerinde, biranın yanı sıra İrlanda’nın ünlü viskilerinin de tadına baktım. Öncelikle belirtmeliyim: İrlanda’da bizim gibi “vakti kerahat” yani “içki zamanı” diye bir kavram yok. Günün her saatinde içilebiliyor. “Şişenin dibini” bulmadan da kimse evine gitmiyor. Onun için Böll’ün dediği gibi, İrlandalılar sabah 07.00 ile 10.00 arasında tüm soruları tek kelimeyle yanıtlıyor: “sorry.” Böylesine içki sever bir millet.

VİSKİSİNE SU KOYMA İRLANDALI’YI ÇILDIRTMA

Ünlü viski yazarı Michael Jackson, İrlanda viskisi için, “tadını tarif etmek çok zor” diyor. Haklı. İs kokusunu, tadını sevmeyenler için, İrlanda viskileri daha çekici olabilir. İrlandalılar arpayı turba ateşi yerine, fırınlarda, kömür ateşiyle kurutuyor. İs kokusu olmuyor. Tahıl viskisi yapımında,
İskoçyalılardan farklı olarak çavdar ve yulaf da kullanıyorlar. Ayrıca viskiyi üç kere damıtıyorlar. Bu ekstra damıtmanın, viskinin tadını daha da güzelleştirdiğini öne sürüyorlar. İskoçlar ise “İrlandalılar adam gibi viski yapabilse üç kez damıtmazlardı” diyor.

İrlandalılar viskiyi genellikle sek veya bir buzla içiyor. Viskiye su koymak, publarda oldukça hassas bir konu. Bir İrlanda atasözü, bu işin ciddiyetini şöyle açıklıyor: “Bir erkeği çıldırtmak istemiyorsan, karısına sarkıntılık etme ve viskisine sakın su koyma...”

SİYAH SULU EKMEK

Dublin gezginlerinin ziyaret ettiği mekanların başında, Guinness biralarının fabrikası bulunur. Karamelize oluncaya kadar kavrulan arpadan damıtıldığı için siyah renkli olan biranın ilk yapım tarihi, 1759. Zamanla ulusal biraya dönüşen Guinness, ülkenin en önemli ihraç ürünlerinin başında yer alıyor. Bugün 42 ülkede üretiliyor.

Kentin büyük bir bölümünü kaplayan damıtımevi, uzun yıllar Dublinlilerin önemli ekmek kapısı olmuş. Binalardan biri müzeye dönüştürülmüş, burada biranın tarihçesi anlatılıyor. Alt katları gezdikten sonra teras katına, Dublin’in en yüksekteki pub’ına çıkılıyor. Burası tüm kenti gören panoramik bir manzaraya sahip. Barmenden üstü köpüklü bir Guinness isteyin. Onu yavaş yavaş yudumlayarak Dublin’i seyredin.

REKORLAR KİTABI PUB İÇİN HAZIRLANDI

Bu arada Guinesse Rekorlar Kitabı’nın öyküsünü de bu gezim sırasında öğrendim. Bütün dünyadaki tüm garip rekorların yer aldığı bu kitap, önceleri publarda çıkan kavgaların önüne geçmek için yayınlanmaya başlamıştı. İçkiye inat karışınca, ortam tatsızlaşıyordu. Herkes kendi doğrusunda ısrarcı olunca da bardaklar, şişeler havalarda uçuşuyordu. Bunun üzerine Guinness firması, içinde publarda en çok tartışılan konuların doğru yanıtlarının bulunduğu bir kitapçık yayınlamaya karar verdi. Bu kitabın gerçekten de faydası oldu. Sarhoşların başvuru kaynağı bir süre sonra, tüm dünya rekorlarının yer aldığı ünlü bir kitaba dönüşüverdi.

HAVA DURUMU EN ÖNEMLİ KONU

Dublin’de, “havadan” konuşmak çok önemli. “Bu gün hava nasıl” diye sorduğunuzda, sohbet birden ciddileşiyor. O kişi önce uzun uzun gökyüzüne bakıyor, bulut hareketlerini takip ediyor, sonra kendi tahmini uzun uzun anlatıyor. Zaten publarda içerken, yemek yerken, yürüyüş yaparken, parkta otururken, belki de sevişirken hep havadan konuşuluyor.

Heinrich Böll’ün, “İrlanda Güncesi” adlı kitabında, romanın kahramanı, yolunu kesen polis memuruna havanın nasıl olacağını sorar. Polis memuru, törensel bir tavırla dört yöne bakar. Havayı koklayıp, tadını çıkara çıkara başını dört bir yana çevirmesindeki törensellikte yalnızca dört yön bulunmasından duyduğu üzüntü gizlidir. Sonra düşünceli bir tavırla konuşur: “Belki yağabilir. En büyük kızım ilk çocuğunu doğurduğunda, işte o gün, üç yıl önce, tam bu mevsimdeydi, çok güzel bir gün olduğunu düşünüyorduk. Ama öğleden sonra yağmur indiriverdi” Polise, olay yerine gelen bir başkası da katıldı, “Evet gelinim, yani oğlumun ikinci karısı ilk çocuğunu doğurduğunda hava tıpkı bugünkü gibiydi.” Bir yaşlı vatandaş da anılarını tazeledi, “Karım azı dişini çektirdiğinde de sabah yağmur, öğleden sonra güneş, akşam yine yağmur vardı.”

Dublin’de ben de birisine havayı sormak gafletinde bulununca, Heinrich Böll’ün bu konuyu romanında hiç de abartmadığına şahit oldum. Dublin’de birisiyle sıkıfıkı dost olmak istiyorsanız ona havayı sorun.